2009-2013 yılları arasında Kuzey Ren Vestfalya’ nın başkenti Düsseldorf’ta başarılı bir Başkonsolosluk görev süresinin hemen akabinde Eritre’ ye Büyükelçi olarak atanan ve eski Osmanlı topraklarında görevde iken de Skype üzerinden gazetemize Eritre günlerinin söyleşini yaptığımız, 08 Aralık 2020 itibari ile Yeni Delhi Büyükelçisi olarak Hindistan’ a atanan Büyükelçi-Yazar Fırat Sunel, Milliyet Gazetesi’nden Seyhan Akıncı’ ya verdiği söyleşide şu ifadeleri kullandı : “Hangi nedenle olursa olsun, vatanınızdan, ailenizden uzak düşünce o hasret hep içinizi yakar. Sanırım romanlarımda hasret ve gurbetin öne çıkmasındaki sebep bu. Gurbet benim için hiç bitmedi” diyor
Dışişleri Bakanlığı Hukuk Hizmetleri Genel Müdürü ve Büyükelçi Fırat Sunel aynı zamanda bir yazar. Sunel, son romanı “Sarpıncık Feneri”nde Sakızlı mübadil bir aile üzerinden ayrılık ve köklerinden koparılmışlık temalarını işliyor. Uzaklık ve gurbet Sunel’in yakından bildiği duygular. Almanya’da işçi bir ailenin çocuğu olarak büyüyen yazar, babasının elinden tutarak gittiği konsolosluklarda kurduğu hayali de gerçekleştirmiş biri. Sunel, Almanya’da Başkonsolosluk yapan ilk işçi çocuğu. Dünyayı dolaşsa da dönüp dinlendiği yer İzmir… Sunel ile Profil Kitap etiketiyle okurla buluşan “Sarpıncık Feneri”ni ve göçebe olma halini konuştuk.
Son kitabınız “Sarpıncık Feneri”nde gurbet, uzaklık ve hasret temaları öne çıkıyor… Yaşamınızdan bir izdüşümü diyebilir miyiz kitaba?
“Sarpıncık Feneri”, ayrılık ve hasret ile köklerinden sökülmüş olmanın travmasını İzmir-Karaburun’daki ücra bir deniz fenerinde yaşayan Sakızlı bir mübadil ailenin üzerinden anlatıyor. O dönem çok acılar yaşanmış, herkes doğduğu topraklardan bir yerlere savrulmuş… Benim dedelerim de Balkanların farklı bölgelerinden sürülmüş veya can korkusuyla kaçıp gelmiş. Ölene kadar doğup büyüdükleri yerleri sayıklamalarına şahit oldum. Bu aslında merkezinde Anadolu’nun yer aldığı bir coğrafyada milyonlarca ailenin hazin hikâyesidir. Benim kuşağımdan çok az kişinin dedeleri doğduğu topraklarda yatar. Büyüklerimden göç hatıralarını dinlerken, bu defa Almanya’ya göçen bir gurbetçi ailenin çocuğu olarak, yine uzaklık ve hasretin bir başka şekli içinde buldum kendimi. Sonraları da gurbet benim için hiç bitmedi. Modern çağın göçebeliği olan diplomatlığı kendime meslek seçtim. Hangi nedenle olursa olsun, vatanınızdan, ailenizden uzak düşünce o hasret hep içinizi yakar. Sanırım romanlarımda hasret ve gurbetin öne çıkmasındaki sebep budur.
Bir yazar olarak içinde Ege özlemi, gurbette olma, farklı kimlikler edinme sizi nasıl besledi ve metinlerinize ne kadar sızdı?
“Sarpıncık Feneri” Pamukkaleli ünlü filozof Epiktetos’un “İnsanın anavatanı çocukluğudur” sözüyle başlar. Benim çocukluğum Ege’de geçti. Daha sonra sayısız ülke gördüm, farklı insanları ve kültürleri tanıdım. Diplomatların meslek hayatlarının üçte ikisi yurt dışında geçer. Gittiğiniz yerde ne kadar mutlu olursanız olun, doğduğunuz, yaşadığınız toprakları, kendi kültürünüzü ve sevdiklerinizi özlersiniz. Bir yandan farklı kültürlere, iklimlere, renklere ve yaşamlara dokunurken bir yandan da içinizde bu hasreti taşırsınız. İşte bu sizin sanatçı kişiliğinizi besler. Çünkü en güzel eserler farklı kültürlerin buluşmasıyla ortaya çıkar. İçinizdeki hasret melankoliyi besler, melankoli de duygusallığı tetikler.
“Başkonsolosluğa bayramlık elbiselerimizle giderdik”
Bütün o uzakta geçen yıllarda, en çok özlediğiniz şey neydi?
Bu sorunun cevabını tek bir şeye indirgeyerek verebilmem zor… Her şeyi birden aynı anda özleyebiliyor insan. Bazen esen rüzgârın sizi çocukluğunuza götüren kokusu, bazen bir renk, bazen de bir tat. Hatta Türkçeyi çağrıştıran bir kelime içinizdeki özlemleri depreştiriveriyor…
Hepimiz bir an gelir ve büyüdüğümüzü anlarız… Gurbetçi bir çocuk olarak sizin için nasıl bir andı o?
O anlar insanın yaşamındaki keskin dönemeçlerdir. Bazen öyle keskin olurlar ki sizi savururlar, kolay kolay kendinize gelemezsiniz. Bu dönemeçler genelde sevdiklerinizin, anne ve babalarınızın kaybıyla yaşanır. “Sarpıncık Feneri”nde çocuk kahramanımızın büyüdüğünü hissettiği an gibi… Sanırım ben 14 yaşında annemi kaybettiğimde büyüdüm. 41 yaşımda babamı elim bir trafik kazasında kaybettiğimde ise çocukluktan çıktım…
Ben başkonsolos olacağım diyen çocuk Fırat bugün nasıl bakıyor o kararına? Çocuk Fırat’ın hayal ettiği şeyleri yapabildi mi Fırat Sunel?
Almanya’da ufacık bir çocukken Başkonsolosluğa gideceğimiz zaman bayramlık elbiselerimizi giyerdik. Gönderdeki Türk bayrağı bir gurbetçi çocuğu olarak daha o yıllarda duygularımı kabartıyordu. Başkonsolos demek Türkiye demekti ve ben o yüzden hep Başkonsolos olmak istedim. Çok şükür bu hayalim gerçekleşti ve Almanya’daki ilk işçi çocuğu Başkonsolos oldum. Sonra da Allah Büyükelçi olmayı nasip etti. İkinci hayalim de yazar olmaktı. İlk roman denememi henüz ilkokul üçüncü sınıfta yazarken, hep bu hayaller süslerdi benliğimi. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda hayal ettiğim şeyleri, hatta fazlasını yapabildiğimi mutlulukla görüyorum. Ama daha bir ömre sığmayacak kadar çok hayalim var…
“Üreterek pandeminin kasvetini bertaraf ediyorum”
Aylardır pandemiyi yaşıyoruz, bir yazar olarak sizi nasıl etkiledi bu süreç?
Pandemi sırasında çalışma hayatımız devam etse de sosyal hayatımızın iyice kısıtlandığı bir gerçek. Ben bu süreçte karamsarlığa kapılmamak için her zamankinden daha fazla gayret sarf ettim, mümkün olduğunca üretmek ve verimli olmak için çabaladım. “Sabahları 5’te kalkıp yazmaya devam ediyorum. Yayıncılık sektörünün parlak bir dönemi olmamasına rağmen yıllardır üzerinde çalıştığım “Sarpıncık Feneri”ni yayımlatmak bu döneme kısmet oldu. Roman dışında senaryo da yazıyorum. Ancak sinema sektörü de şu anda tarihteki en zor günlerini yaşıyor. Ben buna da aldırmadım, geçtiğimiz aylarda hem “Sarpıncık Feneri”ni senaryoya uyarladım, hem de İkinci Dünya Savaşı’nda açlıktan kitleler halinde insanların öldüğü Yunanistan’a gıda sevkiyatı yapan Kurtuluş Vapuru’nu konu alan yeni bir senaryo yazdım… Kısacası daha fazla üreterek pandeminin neden olduğu kasveti kendimce bertaraf etmeye çalışmaktayım…
“Roman yazarı olmak için emekli olmayı beklemedim”
Mesleğiniz gereğince pek çok yer görüyor ve pek çok insanla tanışıyor hikâyelere tanıklık ediyorsunuz… Sizde iz bırakan bir yer ya da olay var mı?
Mesleğim gereği Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’ya kadar birçok bölgede yaşadım. Bulunduğum tüm bu coğrafyalarda bende iz bırakan yer ve olaylar o kadar çok ki, buraya sığdıramam. Okuma yazmayı öğrendiğimden beri kalemim hiç durmadı benim. Kısa hikâyeler, denemeler yazdım. Ama bir roman yazarı olmak için emekli olmayı bekliyordum. Fakat ciğerlerini farklı coğrafyalarla dolduran bir diplomat olarak içimde o kadar çok hikâye birikmişti ki emekliliği bekleyemedim. 2000’li yılların ortalarında Büyükelçilik Müsteşarı olarak görev yaptığım Gürcistan’da 1944 yılında anayurtlarından sürgün edilen Ahıska Türkleri’yle tanışıp onların hazin hikâyelerini dinleyince, profesyonel olarak yazma vakti geldiğini anladım. Artık kalemimin ve fikirlerimin bir romancı olmak için gerekli olgunluğa eriştiğini hissettim. İlk romanım “Salkım Söğütlerin Gölgesinde” böylece doğdu. Aslında benim bütün romanlarımda mesleğimin etkisi var. Dikkatli okurlar bunu fark ediyor. Psikolojik drama türündeki “İzmirli”de de bu var, Türk ve Yunan halklarının etkileşimini gördüğümüz “Sarpıncık Feneri”nde de. Önümüzdeki yıl yayımlanması muhtemel “Yüzük” adlı romanım da Eritre’deki kurucu Büyükelçi olarak görev yaptığım dönemde beni besleyen olaylar ve insanların hikâyeleri üzerinden Afrika’yı anlatan bir roman